19 Eylül 2007 Çarşamba

Besin Öğeleri Veri Tabanı

Danimarka Teknik Üniversitesi tarafından hazırlanmış, oldukça kapsamlı besin öğeleri veri tabanına aşağıdaki linkten ulaşılabilir

http://www.foodcomp.dk/fcdb_foodcomplist.asp?CompId=0066

SİZİ TANIYABİLİR MİYİZ?


"Eğer çok konuşuyorsanız, çok az şey konuşuyorsunuz demektir!"
G. S. Lavhuk

Hepsi durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, dıı-şünmeden, taşınmadan ve hiçbir gereklilik ya da anlam taşıma kaygısı gütmeden, bağıra çağıra konuşuyor.- Bir saniyelik bir es bile onlara dünyanın sonunu hatırlatıyor ve onlar susunca biz dünyanın sonunun o kadar da kötü olmayacağını düşünmeye başlıyoruz.

Zamana karşı boş konuşanlardan, DICEYLERDEN, VİCEYLERDEN soz ediyorum.

Bazen bir radyonun boş, karanlık kabininde, bazen bir televizyonun inadına aydınlık stüdyosunda, boşluğa karşı boş konuşanlardan söz ediyorum.

Onlar herkesle her şeyi konuşabilir. Onlar her şeyi bilir. Her şeye karışabilirler. Onların her konuya bodoslama girebilmeyi sağlayan ehliyetleri vardır. Kendilerini tüm toplumun psikologu zannederler. Evet insanlarımızın psikolojik sorunları olduğu açıktır, çünkü günün her saatinde en az bir dicey veya viceye canlı bağlantı yapmaktadırlar. Avcılar'dan aradıklarını, yaşlarını ve bazen de mesleklerini söylerler, başka da bir şey söylemezler. Zaten günlük yüz kelime kullanma haklarını doldurmuşlardır ve sıradaki parçayı isteyip telefonu kapatmak en iyisidir. Canlı bağlanan ile boş konuşan dicey arasındaki konuşma tipiktir. Bu konuşma her gün yüzlerce radyo kanalında aynen yaşanmaktadır. Süreç diceyin stüdyo şefine attığı pasla başlar:
DİCEY: Evet (bütün diceyler evet diye söze başlar), bir telefonumuz var...

Evet güzelim bir telefonunuz var, bu yüzden sizi arayabiliyor insanlar. Önce alo deme ve birbirini du-yamama konusunda yaşanan klasik bir aksama bölümünden ve arayan ger/eğe radyosunun sesi şık bir uyarıyla kıstırıldıktan sonra:
DİCEY: Sizi tanıyabilir miyiz?
Aslında tanıyamazsınız! Çünkü bir insanı tanımak çok zordur ve zaman isteyen bir süreçtir. Otuz yıl evli kalıp birbirini hâlâ tanımayan insanlar vardır. Bu yüzden siz yüzünü görmediğiniz, sesini bile yarım yamalak duyduğunuz bir insanı tanıyamazsınız, olsa olsa ismini öğrenebilirsiniz:
ARAYAN: Adım Recep Yarma, Ankara Sincan'dan arıyorum.

Evet bir Arayanın isminden hemen sonra söylemesi gereken şey nereden aradığıdır. Bu hem arayan hem aranan açısından son derece önemlidir. Neden önemlidir bilinmemektedir ama önemlidir işte. Hatta eğer bir kaza sonucu arayan, nereden aradığını söylemeyi
unutursa aranan hemen sorar ve cevabını alır.

Genel kurallardan biri de şudur: Dicey, arayan kişinin her söylediğini mutlaka en az bir kez tekrar eder. Örnekleyelim:
DİCEY: Nereden arıyorsunuz beyefendi?
ARAYAN: İzmir'den arıyorum efendim.
DİCEY: izmir'den arıyorsunuz... Kaç yaşındasınız?
ARAYAN: Otuzüç yaşımdayım...
DİCEY: Otuzüç yaşındasınız... Evli misiniz?
ARAYAN: Evliyim...
DİCEY: Evlisiniz... Ne iş yapıyorsunuz?
ARAYAN: Marangozum...
DİCEY: Marangozsunuz...
Bu böyle dünyanın en anlamsız tekerlemesi olarak sürer gider Dicey soruyu sorar ve ikinci soru için zaman ka/anmak amacıyla cevabı tekrarlar. Ama kazandığı zamanı çarçur eder, çünkü yine amaçsız yararsız bir soru sorar.

Çoğunlukla diceylerin programının bir konusu vardır. Çünkü boş konuşma maratonu boş konuşanları bile yorar hale gelmiştir ve bari belli bir konu etrafında boşuna konuşalım diye düşünmüşlerdir. Konular genellikle aşk, aldatma, yalan gibi her yönüyle boş konuşmaya müsait şeylerdir. Düşünsenize, bu konularla ilgili incir çekirdeği içinde bile görünmeyecek zerrelik-te laflar etmek hangi vatandaşımız için sorun olabilir ki? Tabii bütün bunlar konuşulurken sürekli ama sürekli bir "Hadi coşalım eğlenelim ve hep komik şeyler olsun tanrım" hezeyanı yaşanmaktadır. Aslına bakarsanız ben bu sürecin daha eskilere dayandığını ve sayın Erol Büyükburç'la başladığını düşünüyorum (ki yeri gelmişken belirteyim, kendisine devlet sanatçılığı konusunda büyük haksızlık yapılmıştır çünkü sayın Büyükburç bu devlete en yakışan sanatçılardan biridir...) Erol Büyükburç yıllar önce bir gün durup dururken, ortada kayda değer hiçbir sebep yokken "Eğlenelim coşalım, haydi gençler hop hop hop" demiş ve yukarıda sözü geçen süreci başlatmıştır... Durup dururken niçin eğleniyoruz? Eğlenirken niçin "hop hop hop" diyoruz? Bu lafın manası ne? Hadi tamam bazen "lay lay lom" gibi sözler eğlenen kişiler tarafından sar-fedilebilir ama "hop hop hop" nedir? Üstelik sadece eğlenmeniz de yetmiyor sayın Büyükburç'a göre, aynı zamanda coşmanız da gerekiyor. Çünkü gençsiniz ve "hop hop hop" komutunu alır almaz zıplamaya başlamanız gerekir!

İşte sayın Büyükburç'un o talihsiz besteyi yaptığı günden bu yana ülkemizde eğlenmek, gülmek için belli bir sebep arayışı devreden çıkmıştır. Sebepsiz eğlenceler, manasız espriler hayatımızı özellikle radyolar aracılığıyla kuşatmıştır. Daha da ötesi, artık diceyin esprilerine gülen insanlara da ihtiyacı yoktur. O kendi mizahi yeteneğine kendisi karar vermektedir. Çünkü elinin altında bir düğme vardır, o düğmeye basınca yüzlerce insan kahkahadan kırılmaktadır. Yani günümüzde mizah mesleği en şanslı dönemini yaşamaktadır. Çünkü gerçekten gülen insanlar devre dışı kalmıştır. İsterse hiç kimse diceyin anlattığını komik bulmasın ne gam, basar düğmeye, gülmekten öldürür olmayan insanları!

Sakın yanlış anlaşılmasın; bu diceylerin tümü boş konuşan, kötü espri yapan insanlar değildir. İçlerinde mana peşinde koşan bir azınlık vardır ve azınlığın haklarından yararlanmaktadırlar...
Tüm dicey ve viceylerin çok geniş bir hayran kitlesi vardır.

Radyo ve/veya televizyonda bir insana hayran olma süreci o insanın ilk programının ilk saniyesinde başlar. Çünkü zaten kalabalık bir kitle radyo ve/veya televizyonun başında durmuş, hayran olmak için birisini beklemektedir. İşte o sıra kim denk gelirse kendisine hemen ailecek bayılırlar. Bu kadar çabuk, bu kadar nedensiz bir hayran kalmayı incelemek gerekir elbette. Çünkü çok az bir kitlenin izleyebildiği küçücük bir yerel radyoda, hayatında ilk defa mikrofon başında peşpeşe üç cümle kurmuş bir insana bile bazı insanlar hemen telefon açıp hayranı olduklarını söylüyorlar. Artık starların hayranlardan daha kalabalık olduğu bir ülkede bu "aniden hayran olma" sendromu-nu kendine güvensizliğin doruk noktaya ulaşmasına bağlamak acaba abartılı mı olur? Yoksa bu "hayranınım" lafı, "senden haberim var, hepsi bu" cümlesinden Öte bir anlam taşımıyor mu? Belki de öyledir çünkü henüz ülkemizde hayranı tarafmdan Öldürülmüş ya da ciddi bir saldırıya uğramış herhangi bir star olmadığına göre, bağlılığına hayran kalacağımız bir hayran kitlesi de yok demektir.

Onca megahertz gürültüsü içinde bazen radyoların yasaklandığı dönemi düşünüyorum... Arabaların antenlerine bağlanan öfkeli siyah kurdelalan... Konuşan Türkiye istiyorduk ve Boş Konuşan Türkiye'ye kavuşmuş bulunuyoruz.

Herkesin her durumda kendini ifade ediş şeklinin aynı olması ne acıklı bir durumdur. Her maç öncesi ve sonrası bütün futbolcuların bütün sorulara verdiği cevapların tıpatıplığı sizi de delirtmiyor mu?
MUHABİR: Evet Ercan ne diyorsun maç için?
GERİDORTLÜDENERCAN: Vallahi zor maç... Puana ihtiyacımız var... Kaybetmeye tahammülümüz yok... İnşallah kazanırız.
Ya da önemli bir penaltıyı gole çevirmiş oyuncuya soruyorlar.
MUHABİR: Penaltı sırasında ne hissettin?
GOLCÜERCAN: Vallahi ne bileyim... Vurdum gol oldu...
"Vurdum gol oldu" olur mu Ercan? Bu kadar basit mi Ercanım? Hayatı bu kadar angutça yaşamak seni rahatsız etmiyor mu yiğidim? Olay şöyle oldu... Sen topu beyaz noktaya koyduğunda yaklaşık on milyon insan nefesini tuttu... Sen gerildin... Ve seninle top arasındaki mesafe birdenbire dünyanın en uzun yolu oldu... Koşmaya başladın... İlkokuldaki teneffüs zilleri geldi aklına... O zaman da böyle hevesle koşardın... Sonra sevdalını düşündün... Defileye yetişebilmiş miydi acaba? En sonunda taraftar geldi aklına, ya ka-çırırsan? Bu hafta rahat uyutmazlar artık! Ne sahtekarlığın kalır ne milyarlık eşekliğin... Atmalısın bunu Ercan... Koşmalısın Ercan, seni cıvıl cıvıl bir eğlenceye ulaştıracak teneffüs zilini çaldırmah ve ilkokulun bahçesinden tribünlere doğru koşmalısın!
Birbirleriyle konuşur, paylaşır gibi yapan ama konuştukça susan, sustukça yalnızlaşan, yalnızlaştıkça güvensızleşen insanların diyarında yayınımız yirmi-dört saat devam etmektedir... Pardon, bir telefonumuz var... Alo!.. Sizi tanıyabilir miyiz?
Peki bir insan bir dicey veya viceyi niçin arar?
Yılmaz ERDOĞAN (Hijyenik Aşklar)